Pınar Çekirge “Bir Koleksiyon…Bir hayat “

Pınar Çekirge “Bir Koleksiyon…Bir hayat “
Hatırlıyorum, yıllar önceydi.Bir başka sabah yalnızlığında, kırağı almış bahar çiçekleri arasında oturmuş dergilere bakıyordum rastgele.Sayfalar arasında dolaşırken, gözüme Adile Naşit ile yapılmış bir söyleşi takılıvermişti.Evinde yer alan onlarca oyuncak bebeğin arasında, hüzünle gülümsüyordu Adile Naşit.Geceleri, hava soğuksa, kalkıp onların üstünü örttüğünden bahsediyordu.Ürpermiştim, okurken.Kuşkusuz, gencecik yaşında kaybettiği oğluna duyduğu özlemin bir telafisiydi bu bebekler..masum, tertemiz, koşulsuz bir sevginin yansısı.
 
İşte, hemen aynı günlerde elime “The Collector’s Encyclopedia of Barbie Dolls and Collectibles” adlı bir kitap geçmişti.1959’da New York Oyuncak Fuarı’nda ilk kez sergilenmiş olan Barbie ve arkadaşlarının yer aldığı fotoğrafları incelerken buluvermiştim kendimi.
 
” Neden olmasın ki…yok sanmıyorum..hem nasıl üstesinden gelebilirim,” soruları peşi sıra kafamdan geçiverdi bir an.Evet, zaten dolaplarda, çekmecelerde çoktan unutulmuş, eski zamanlara ait üç beş oyuncak bebek vardı.Macera böyle başladı aslında.Dediğim gibi, pek hazırlıklı değildim, her an vazgeçebilirdim böyle bir koleksiyondan.Yine de denemeye karar verdim.
 
Kimini bir çöp tenekesinde buldum, kimini satın aldım, kimi armağan olarak geldi koleksiyonuma.Ve giderek “insanların birbirlerini örselemedikleri, kırmadıkları bir masal dünyası”nın içinde buluverdim kendimi.Üstelik o tek dakika için hep çok erken, o bir dakika için nedense hep çoook geç kalan tavşan da yoktu yanımda.Alice’i bilmem, ama harika bir dünyadaydım.Saz benizlisi, siyahisi, beyaz tenlisiyle güümseyen, sevgiyle bakan, uçsuz bucaksız bir masumiyeti, katışıksız dostluğu simgeleyen oyuncak bebekler…gülen, ağlayan, altını kirleten, yürüyen, şarkı söyleyen, konuşan, renk renk giysiler içinde, boy boy oyuncak bebekler.Önce ufak bir raftaydılar..sonra bir dolabın tüm raflarında aldılar yerlerini..sonra diğer dolap, hatta koltuklarda.Kanepede.Neredeyse hemen her köşede.
 
Sevinç Erbulak’ın yirmi sekiz sene önce, oyuncakları arasından seçip bana armağan ettiği iki Barbie var, vitrinde özenle sakladığım.
 
“Hiç bir zaman büyümeyecek olmanın güzelliğyle.S.Erbulak “notu birinin kostümüne iğnelenmiş vaziyette.İkisinin de adı Sevinç, doğal olarak.
 
On dört yıl geçmiş aradan.Kıştı.Çok net hatırlıyorum, sabah ayazında, erkenden evden çıkmıştım, iş yerime gidecek ay sonu raporlarını hazırlayacaktım.Birden az ötedeki çöp bidonları arasında bir oyuncak bebekle karşılaştım.Terk edilmiş, atılmıştı.Kimsesizdi.Kimliksizdi.O an içimde bir damar koptu sanki.Giysisinde, rengi çoktan atmış saçlarında yemek kalıntıları, yağ izleri…pek el sürülecek gibi değildi, anlayacağınız.Ama onu orada bırakamazdım.Kimbilir hangi yaşanmışlıklardan gelmişti, ardında hangi mutluluklar, sevinçleri bırakarak.Aldım eve getirdim.Özenle temizledim.1950’lerin ikinci yarısında Almanya’da üretilmiş bir oyuncak bebekti.Dediğim gibi, yıpranmıştı, hasarlıydı.Bir bacağı kopmuştu..zorlukla monte etmeye çalıştım.Şimdilerde koleksiyonun en özel parçalarından biri, benim için.
 
Bir anım daha var aslında.Kadıköy’de rastgele dolaşıyordum.Eski eşya satan bir dükkanın tozlu vitrininde duran bir oyuncak bebek gördüm.İçeri girdim, fiyatını sordum.Satıcı satılık olmadığını, söyledi.Hazin bir öyküsü varmış meğer.Kanserden yakın bir tarihte hayatını kaybetmiş bir hanımefendiye aitmiş.Satmayı hiç düşünmüyormuş.Yine de, “Dilerseniz inceleyebilirsiniz”, dedi.Uzanıp, usulca vitrinden aldım.Mavi gözlerinde nice geçmiş zaman fotoğrafları vardı sanki.Nice hazanlar, üzgün gün batımları, biten yazlar.Hissettim bunu.Garip bir hüzünle ayrıldım dükkandan.Eve döndüm.
 
O bebeği satın almak, koleksiyonuma dahil etmek mümkün olabilir miydi acaba ? Nasıl ikna edebilirdim ki dükkan sahibini ? Ertesi gün bebek koleksiyonumun yer aldığı birkaç fotoğrafla tekrar gittim.”Asla elden çıkartmayı düşünmediği”ni söyleyen orta yaşlı adam, ” Bebek sizin”, dedi.”Çünkü nasıl bir eve gideceğini anladım.Para da istemiyorum sizden.Onu iyi muhafaza edeceğinizi biliyorum çünkü.”
 
Elimde torba, ıslak kaldırımların üzerinde çiseleyen yağmurun sesine bıraktım kendimi.Yağmur ve gözyaşı yağıyordu.
 
“A Streetcat Named Desire”de,Tennesse Williams’ın Blance de Bois ile kan bağım olduğunu, neden gizleyeyim ki.Ne der Blance:”Ben gerçek olanı istemiyorum.Evet, evet sadece tılsım ! Ben insanlara bunu vermek istiyorum…onlara bazı şeyleri olduğundan farklı gösteriyorum.Evet, doğruyu söylemiyorum, doğru olması gerekeni söylüyorum.Eğer bu bir günahsa cezamı çekerim tabii..” 
 
Aslında koleksiyon tutkum,1966 yılına kadar iner.Altı yaşındayken Filiz Akın’a duyduğum hayranlık giderek Filiz Akın’a ait fotoğraf, film afişlerini toplamama neden olmuştu.Evet, elli sekiz senedir derlediğim, sayısı 4500 aşkın fotoğraf, film afişinden oluşan bir arşiv müzesi oluşturdum.O fotoğraflarla bir hayat ısmalardım belki de kendime.
 
İtiraf edeyim, koleksiyon tutkusu giderek iflah etmez ( ! ) bir duruma dönüşüyor zamanla.Bir koleksiyon diğerine eşik olabiliyor, farkına bile varmadan.Çok ayrı nesneleri derlesek de, aslında tümü birbirini tamamlar oluyor günü geldiğinde…
 
Giderek belleğini kaybeden bir dünyada yaşıyoruz.İşte eskiyi anmak, eskiye ait izleri yarına taşımak, taşırken incelemek, hiç durmadan araştırmalar yapmak gerekiyor.Ben bütün o oyuncak bebekler, afiş ve fotoğraflarla aslında dünü yarına taşımaya çalışıyorum, elimden geldiğince.” Delilikse, delilik ” .Hiç aksini iddia etmedim ki zaten.
 
 
Pınar ÇEKİRGE

Bir yanıt yazın