Pınar Çekirge “Işıl Yücesoy Olmak…”

Pınar Çekirge “Işıl Yücesoy Olmak…”
Dünden beri heyecan içindeyim.Hani, nasıl derler, yerimde duramıyorum.Çünkü,
İzzeddin Çalışlar’ın yazdığı, Arsen Gürzap’ın yönettiği, fotoğraf ve afiş tasarımını Şahin Turhan, ışık tasarımını Önder Arık, dekor tasarımı Ethem Özbora, stüdyo/ müzik kayıtlarını Berkan Kaya’nın üstlendiği ” İzninle ” adlı müzikal oyunla Işıl Yücesoy yeniden tiyatro sahnesine dönüyor.
Tanıtım ilanından okuduğum kadarıyla oyun tek kişilikmiş.Ama ışıklar söndüğünde, perde açıldığında, salonda kaç kişi varsa o kadar kişilik olacakmış.
Herkesin mutsuzluğunu öbürüne yüklediği zamanlarda, söylenecek sözünü sanatıyla söylemiş, lafını esirgememiş. Gün gelmiş, yumruklarını sıkıp, tırnaklarını avuçlarına geçirmiş, yutkunmuş. Hiçbir koşulda küsüp tespihböceği gibi kendine dönmemiş. Beylik tarza, klişeleşmiş üsluba, havı dökülmüş yorumlara sırtını dönüp yürümüş her defasında. Ansızın üstünde su damlaları ışıldayan erguvanları fark etmiş bir gün…Yüzyıllar yaşamışcasına yorgunluğu geçip gitmiş o an.
Eşinden ayrılmıştır. Kızı Meneviş henüz çok küçüktür. Çaresiz, yalnız, kırılmış hissetmektedir. Birden salondaki boy aynasına takılır gözü. Konyak rengi bir ışık düşmüştür duvara… Garip bir türbülans içindedir sanki. Bir yeraltı isyanı çoğalmaktadır içinde. Sular çoktan kararmıştır. Neredeyse bol yıldızlı bir başka yaz gecesi daha. Kıyasıya yalnız ve upuzun bir gece…Hep ve nedense buğuyla örtülü, bedeli çoktan ve defalarca ödenmiş
bütün o seneler. Her gün yeni bir bozgunda, düş kırıklığında yaşamak mı? Hayırrrrrrr.
Aynadaki yansısını ayrımsar birden. Tükürür…Ve şiddetli bir tokat patlatır yanağına. “Kendine gel Işıl!” diye haykırır.
Aynada gözlerine baktı. Gözlerinin ta içine. Gözlerinde şaşkınlık, elem, korku, hüsran vardı. Korkmuştu. Ne tuhaf, neden olduğunu bilmiyordu ama korkmuştu. Kadere düğüm attığı o tokat. Unuttuklarını hatırlıyor, hatırladıklarını unutuyor gibiydi. Yıllanmış birikintiler arasındaydı dakikalardır. Belki bir zaman kaymasıydı bu. Ürperdi.
Yüzü gözyaşları içindedir. Tam da şimdiki zamanla dün, yarın arasında bir med cezir dalgasının savruluşuna bırakacakken hayallerini, umutlarını… Serinlikle birlikte keskinleşen sardunya kokusunu hisseder o an. Yerçekiminden kurtulmuş gibidir. Dişlerini sıkıp, çenesini dikleştirir. Işıklı mavi gözlerinden gölgeler gelip geçer. Sonrası, gerilerde kalmış bir şeydir aslında, hiç dönülmeyecek bir şey.
Kuşkusuz en önemli yorumcularımızdan biridir Işıl Yücesoy, tümüyle kendine özgü bir yorum. O yorum dün olduğu gibi, bugün de erişilmezliğini, benzersizliğini koruyor. Kaç kuşağı peşine takarak üstelik. Ve her kuşağı kendisine hayran bırakarak. Her yorumladığı karakterle varlığını yeniden yaratan, hayatın her katında cesurca dolaşabilen bir estet. Kabına sığmaz bir enerji sağanağı. Sahnede, kamera karşısında, mikrofon başında, radyoda ‘arkası yarın’larda, gazino kulislerinde, defalarca başka biri olarak doğup, başka biri olarak yaşadı Işıl Yücesoy. Ve yaşamaya devam ediyor.
2016’da, Yavuz Pak ile gerçekleştirdiğimiz ” Dionysos’un Çocukları” (*) adlı röportaj serimize konuk olmuştu Işıl Yücesoy.Sadece müzikten, televizyon dizilerinden, ” Unurtursam Fısılda ” dan değil tiyatrodan da konuşmuştuk.
” Güzel Sanatlar Akdemisi’nde Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisiydim. Bir gün bana ‘Çok fazla yeteneğin yok resim sanatında’ dedi. O gün tuvali sonsuza dek bıraktım ve bir daha da elime almadım…”
“Muazzez ( Kurtoğlu ) Halam ‘seninle konuşmak istiyorum’, dedi. Tiyatroya yeteneğim olduğunu fark ettiğini, neden oyuncu olmak istemediğimi, sordu. İyi de, çocukluğum babamın görevi nedeniyle Kırklareli’nde geçtiğinden ancak iki piyes izleyebilmiştim o tarihe kadar. Tiyatro o kadar uzaktı ki bana…”
“Konservatuar sınavlarına girdim ve 22 kişi içinde ilk 11’e girerek kazandım imtihanı. Konservatuarda çok çalıştım ve birincilikle mezun oldum. Hocam Cüneyt Gökçer’in emriyle opera bölümüne de devam ettim bir süre. Hatta opera bölümündeki hocalarım ‘Işıl seni Almanya’ya göndeririz, dünya çapında bir ses olursun’ dediler. Çünkü sesim ender bulunan bir ‘alto’ymuş. Doğrusu ya, operayı çok fazla sevemedim nedense. O yüzden bu teklifi reddettim. Şimdi bile çok fazla opera dinleyemem mesela. Ama hayat ilginç sürprizlerle dolu. O dönem çok ciddi bir opera eğitimi almıştım. Yıllarca tiyatroculuk yaptıktan sonra Egemen Bostancı ile müzik hayatına atıldığımda o yıllar boyunca edindiğim opera sesimi kaybetmek, yok etmek için bir operacı hoca ile çalışmak zorunda kaldım yeniden. Hatta ilk plaklarıma bakarsanız, bariz bir opera tınısı görürsünüz…E, olacaktı artık o kadar.”
1969’da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Yeryüzü Cenneti” ile izleyici karşısına çıkar Işıl Yücesoy.Sonrasında; “Kanlı Düğün”, “Haydutlar”, “Tamirci”, “Yollar Tükendi”, “Sarı Naciye”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Yedi Kadın”, “Saksağandı Jülyet”, “Yaşar Yaşamaz”, “Abdülcambaz”,  “Giydirici”, “Çardaş Fürstin”, “Orkestra”, “Küçük Adam Ne Oldu Sana”…
“Devlet Tiyatrosu’ndan dört kere istifa ettim, biliyor musunuz? Yapı olarak, hayatım boyunca, midemden kimseye bağlanmadım, müdana etmedim çünkü. İlk istifam Recep Bilginer’in ‘Sarı Naciye’ oyunu esnasında oldu. ‘Sarı Naciye’yi oynayacağımı düşünmüştüm. Ama bana ‘Boyalı Ayşe’ rolünü uygun gördüklerini öğrendim. Tekin Akmansoy sahneye koyuyordu oyunu. O kadar bozuldum ki bu role, istifamı verdim hemen. Çünkü ben diyalek bilemem, hiç çalışmadım bu konuda ve hala da bilmem. Bana trilyon verseler, Urfa’lı bir kadını oyna deseler yapmam, yapamam. Her insanın bir alanı ve yeteneği var sonuçta. Provalara gitmedim. Bir akşam Bayazıt Gülercan ile Tekin Akmansoy bana geldiler, ellerinde bir şişe şarap ile. Tekin Akmansoy, ‘İstifa etmekle çok iyi etmişsin. Senin gibi yüzlerce tiyatrocu var zaten. Sen şarkı falan söyle, daha iyi olur’ dedi. Bu sözlere daha da sinirlendim tabii. Meğer beni çok iyi tanıdıkları için, mahsus üzerime geliyormuş, ikna edebilmek için. İstifadan vazgeçtim. Sonrasında her gece eve gelip özel olarak çalıştırdılar beni ve prömiyerde o Adanalı kadın tiplemesini büyük bir başarıyla canlandırdım. O kadar ki, Recep Bilginer’in ‘Sarı Naciye’ adlı oyunu, Recep Bilginer’in ‘Boyalı Ayşe’ oyunu diye anılır oldu. İnsanlar ‘Boyalı Ayşe’ye yer var mı diye koşuyorlardı gişeye. Megalomanca bir şey değil bu söylediğim, dönemin tanıkları hala yaşıyor, sorabilirsiniz. Çok çalışkan ve inatçı yapıma borçluyum bu başarıyı.”
“Yeniden Devlet Tiyatrosu’na geri dönmek istiyorum fakat beni geri alın demek de  zoruma gidiyordu, doğrusu. Halamla konuştuk. Bu kadar rol oynamışım, bu kadar tecrübeliyim. Tamam, istifa ettim ama onlardan teklif gelmeden gitmem dedim. Tiyatro kurmak istediğimi söylediğimde ‘Sen delirdin mi’ dedi halam. O sıralarda Fikret Hakan ile film yapıyordu. O’nun da tiyatro kurmak istediğini söyledi bana. Fikret Hakan ile konuşup anlaştık. Sonrasında Erol Günaydın da katıldı kadroya. Rahmetle anıyorum Erol Günaydın’ı. O’na ‘Erol Ağabey, ben bu işi  Devlet Tiyatrosu’na dönebilmek için yapıyorum. Benim elimi tut, beni ayağa kaldır, sakın beni yere çakma ne olur’ dedim. Nur içinde yatsın, bir tek gün devlet tiyatrosu tarzından ayrılmadı karşımda oynarken. Ve çok ses getirdi ‘Saksağandı Jülyet’ oyunu.”
“Hemen ardından Cüneyt Gökçer bizzat kendisi gelip, ‘İstifanı kabul ettiğim için özür dilerim’ dedi ve eliyle dilekçemi yazdı. Sahneye koymak üzere olduğu ‘Tamirci’ adlı oyunla Devlet Tiyatrosu’na davet etti. Zafer Ergin ile karşılıklı oynayacaktık. Aynı oyunun provalarında Cüneyt Gökçer’e karşı çıktım. Finalde tamircinin karşısında diz çökmemi istiyordu ancak beni buna ikna edemiyordu zira rolümün böyle bir gerekliliği yoktu bana göre. Kendisini kırmamak için tüm provalarda O’nun istediği gibi eğildim tamircinin karşısında ama prömiyerde dimdik ayakta bitirdim oyunu! Çünkü hocam beni tersine ikna edememişti. Canım Hocam, perde kapandığında, tek laf etmedi bu konuda. Karşılıklı restleşmiştik, o kadar.”
” Macide (  Tanır ) Hanım gerçekten çok özel bir sanatçı, çok yetenekli, çok titiz, prensipleri olan bir insandı.
Kendisiyle Federico Garcia Lorca’ nın  ‘Kanlı Düğün’ ününde birlikte oynama şansım da olmuştu.Ben onu çok sevdim ve saydım, o da beni gerçekten çok önemsedi.Bizim işimiz usta çırak ilişkisidir.Hiçbir okulda öğrenemeyeceğiniz şeyleri, bir bakarsınız ki, bir ustadan fark etmeden öğrenivermişsiniz. Arthur Miller’in ‘Orkestra’ adlı oyunu çalışıyoruz.Rejisörümüz Arsen Gürzap benden bir çığlık istiyor… bana inanın, bir ay kadar o sesi aradım.Olmuyor, bir türlü olmuyor derken günün birinde ” Tamam, ” dedi Arsen.” Tamam işte bu çığlık..” Haydi, bu defa onu oturtmak falan filan… akşama kadar inanılmaz derecede yoğun bir tempoyla çalıştık… o gece ben de, Allah rahmet eylesin çok yakın dostum Devlet Tiyatrosu sanatçısı Umut Demirdelen’ in evine davetliyim.Umut’un yaş günü.Neyse kalktım davete katıldım kalabalık bir ortam… bir baktım, Macide Hanım baş köşede oturmuş en kraliçe haliyle.Elinde bir kadeh içki… selamlaştık falan, geçtim oturdum yanına.” Ay, ” dedim ” Macide Hanım ya, bugün başıma gelenleri bir bilseniz ne meslek seçmişiz biz, Allah aşkına bir çığlık için taş üstüne taş koyabilmeye uğraştım bütün bir gün ve şükür sonunda bulabildim “.Şarabından bir yudum aldı, arkadan sigarasının dumanını yüzüme doğru usulca savurdu. “ Maşallah, ne kadar yeteneklisiniz Işıl Hanım, biz hayatımız boyunca kum üstüne kum koymaya çalıştık, illa Maşallah siz taşa kadar gelebilmişsiniz.” Aman Allahım, nasıl büyük bir hakaret, ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi şaşırdım o an. Çok sinirlendim ve masada oturamadım.Evli barklıyım, çoluğum çocuğum var bu nasıl bir hakarettir, yaşımı başımı almışım, kendimce fena olmayan bir tiyatro oyuncusuyum… o gece, vallahi bilmiyorum ama, o kadar tadım kaçtı ki, anlatılır gibi değil.Ama ertesi sabah uyandığım zaman ayağım suya ermişti.Macide Hanım’ın bana ne anlatmak istediğini anlamıştım ve hemen telefon açtım kendisine. ” Macide Hanım, ” dedim, ” Çok özür diliyorum, bana atmış olduğunuz bu tokatı ömür boyu unutmayacağım bana öylesi bir ders verdiniz ki, ‘ben oldum’ demenin bu meslekte hiç de yararı olmadığını öğrettiniz, teşekkür ederim.”
Yıllar geçer. Alkışlarla, başarılarla geçer bütün o yıllar. Televizyon dizileri, sinema filmleriyle. 2001 senesinde Ayşegül Atik Tiyatrosu’nda “Gizli Bahçe”, 2010’da İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda “King Kong’un Kızları”nı yönetir Işıl Yücesoy.
“Çok vakit geçti tiyatronun üzerinden. Belki biraz da geride kaldım. İtiraf edeyim ki emekli olduktan sonra tiyatroda kendimi yenileme şansım olmadı hiç. Bıraktığım yerden devam etme fırsatım olabilir mi bilmiyorum açıkçası. Yetmiş yaşındayım ve artık gençlerin ritmine ayak uydurmak da zor gelebilir bu saatten sonra.” demişti sekiz yıl önce yaptığımız röportajda…ve şimdi yeniden tiyatro sahnesinde Işıl Yücesoy.
Sabahın ilk beyazlıkları ince bir tül gibi akmakta usulca. Kimbilir dallar kaçıncı baharı taşımakta? Ve bizi bekleyen kaç bahar kaldı şunun şurasında? Bir çiçek dürbünü yapma zamanı artık. Ve tarihin müsvedde defterini önümüze çekip yazmaya, anlatmaya, söylemeye başlamak.
Işıl Yücesoy zamansızdır. Sanat havarisidir. Benzersizdir. Eşi, muadili yoktur. Ve hiç kuşkusuz, hayatın bize armağanıdır. Bütün hepsi bu!
(*) Pak Y.,Çekirge P.:” Dionysos’un Çocukları 3 ” Papirüs Yay.,İst.2022

Bir yanıt yazın