Hatırlıyorum; seneler ve seneler evvel bir “Akdeniz Şarkısı”nda tanımıştım “Küçük Hanımefendi”yi.
Ölümüm öldüremediği insanlar, hayal kahramanlardan biriydi, hiç kuşkusuz. Uçsuz bucaksız melodramlardan çıkıp gelmiş, hayatlarımıza karışmıştı usulca.
Acılı, endişeli, yapayalnızlığa tutsak günler yaşamıştı. Ve dorukta bir şöhret!
Gala geceleri, dergi kapaklarını süsleyen fotoğrafları, ödüller, hayran mektupları, gişe rekoru kıran filmler, o setten diğerine devam eden zorlu bir koşu, duygusal yorgunluklar…
Çocuklarına ‘Belgin, Ayhan’ adını koyan aileler.
Lunapark Gazinosu’ndaki genel provada yaşadığı kabus. Ama o şarkıcı değildi ki zaten.
Gün geliyor yıldız yağmurlarıyla ıslanıyordu hüzünler.
Piyasada reçetesiz satılan, kilo kontrolü için kullandığı ilaç, majör depresyon, gerginlik, ölüm korkusuna eşlik eden kaygı bozuklukları, heyecanlar, ekonomik sorunlar, giderek inişe geçen şöhret…
La Paix günleri, intihar girişimi…Tedaviler, tedaviler… Yalnızlık. Kaçmak… İnsanların belleğinde kalmış o imajı zedelememek adına kaçmak, saklanmak. Oysa o kadar çok seviliyordu ki, kiloları kimsenin umurunda olmayacaktı ?
Pek farkında değildik ama, Frida Kahlo gibi, aslında yüreğinin resmini çiziyordu o derin yalnızlığında.
Berrin’in gözleri doldu birden. Gözyaşları yanaklarından aşağıya sessizce yuvarlanıyordu, çabucak sildi. Gülümsedi. Gülümsemeye çalıştı.
Belgin Doruk “Akdeniz Şarkısı” filmindeki Berrin yorumuyla bir başka zirveye yazdırmıştı ismi. Berrin ile yaşadığım özdeşimi, anlatacağım. Ama şimdi değil..
Bir ışık oyunu muydu bu? Hayal ve gerçek, hayat ve düş birbirine karışmış gibiydi.
Nermin, Cemile, Süreyya, Şükran, Zülal, Nigar nam-ı diğer Kanlı Nigar, Neriman, Zeynep, Nerime, Medy, Paşa Kızı Şükran, Berrin, Şöfor Leyla… Hepsini tanıyordum.
‘Samanyolu’na yazılmış, ‘Kırık Hayatlar’da kesişmişti yollarımız . Ve şimdi bir ‘Akdeniz Şarkısı’nda unutulmuş zamanlara dönüyorduk yine.
Güneş batmıştı. Akşam oluyordu. Gözleri uzaklara dalmıştı. Yüzünden bir hüzün bulutu geçiverdi o an. Nice matemlere teyellenmiş düş bozumlarını, hatırlatmak gereksizdi. Sustum. Sustu.
Belgin Doruk.
Ne güzel bir kadındı. Objektifin sevdiği bir yüze sahipti. Giyim zevki, incelikli tavırları, zarafetiyle, perdedeki rakiplerinden ayrılırdı hemen. Siyah saçları, dudağının kenarındaki o küçücük ben..
1950’lerin, yeniyetme burjuvazisinin beyaz perdedeki yansısıydı aslında. Kürkleri, eldivenleri, lezar çantası, şapkaları, beyaz Buick marla otomobili, hususi şoförü ve fonda hep yedeğinde taşıdığı, Bircan Usallı Sılan’ın ifadesiyle ‘Acı Dolu Yıllar’ vardı. Hiç farkında olmadığımız, acı dolu yıllar.
Uçsuz bucaksız melodramlardan çıkıp gelmişti, demiştim. Belki o melodramları, karşılıksız aşkları gerçek hayatında da yaşamıştı. Romantizmi, aşkı özlemiş yüreklerin sözcüsü olmuştu. Çiçek işlemeli sevdalara ruh üflemişti her filminde. Şimdilerde çoktan ‘Kırık Plak’larda kalan sevdalardı bunlar.
Hani, ‘Hayat Bazen Tatlı’ydı ?
Belki de Ritsos haklıydı: “Aşk eski bir masaldı. Nasılsa kalmış sözcüklerde.”
Pencerede belli belirsiz bir gölge, geceyi bölen keman sesi.
“Yeşil Köşk’ün Lambası’ sönmüştü.
İyi kalpli, kırılgan tek küçük hanımefendimizdi o. Vapura atlayıp Pire, Atina, Venedik, Roma oradan Paris’e uzanır, Beyrut’un ışıklı akşamlarına karışırdık onunla. Ayhan Işık, Sadri Alışık, Ekrem Bora, Avni Dilligil, Suna Pekuysal da bizimle gelirlerdi.
Şeker şerbet seyahatlerdi bunlar. Nasıl da eğlenir, mutlu olurduk, bilseniz. Aşk Çeşmesi’ne para atar dileklerimizi sıralardık. Büyük Kanal’da gondol sefası yapardık örneğin. Şarkılara eşlik ederdik.
Fonda hep hüzün, elem bulaşığı prelüdler…
Filiz Akın’dan “ Belgin Doruk’dan çok kısaca bahsetmesini” rica ettim geçen gün:
“Hollywood’un en parlak yıllarında bir Audrey Hepburn vardı. Dişiliği ön planda olmayan, biraz çocuk, biraz çekingen, masumiyetin en çekici, en şık, en zarif temsilcisi Audrey Hepburn. Bu özelliklerin hepsini taşıyan Belgin Doruk’a hayrandım. Sinema dünyasına geçerken tereddüt etmiştim ama onun gördüğü, büyük sevgi ve saygı bana cesaret verdi. Yeşilçam’ın gerçek ‘Küçük Hanımefendisi’, büyük starı, o dönemin genç kızlarına örnek olmuş, benim gibi pek çok genç kızın o yıllarda (daha öncesinde olmadığı kadar) sinemamıza katılmasına sebep olmuştur, diye düşünüyorum. İlk önce güzellik yarışmasında taç giyen, sonra Yeşilçam’ da bu kraliçeliği sürdüren Belgin Doruk’u yıllar sonra tanıma fırsatım oldu ve çok sevdim. O ilk yıllarda çok şanslı gibi görünse de; hayatının son dönemi, ne yazık ki; o kırılgan, o güzel insanının hiç hak etmediği bir drama dönüştü. Bu durum, hiç kuşkusuz onu tanıyan, tanımayan herkesi, ismi geçince hüzünlendiren, tanıyanları daha da çok yaralayan, acı veren bir duygu oldu yüreklerimizde… Onu her zaman çok büyük bir sevgi, saygıyla anacak ve onu hep özleyeceğiz…”
1952’de rol aldığı ‘Çakırcalı Mehmet Efe’nin Definesi’nden son fimi ‘Gecekondu Rüzgarı’na uzanan seksene yakın film.
Ayhan Işık – Belgin Doruk, Belgin Doruk -Göksel Arsoy unutulmaz çiftler olmuşlar, bir toplumun ortak belleğine yerleşmişlerdi.
Belgin Doruk filmlerinin kitleyle kurduğu organik bağ, o kadar güçlüydü ki…
Şimdi düşünüyorum da aramızdan ayrılışının üzerinden bunca sene geçmesine rağmen Belgin Doruk hala bir numara. Karşılığı yok. Rakibi de.
‘26 Mart 1995 / Pazar’. Bu tarih yaşadıkça beni terk etmeyecek, biliyorum.
Evde oturmuş, yeni çıkacak kitabımın son düzeltmelerini yapıyordum. Birden televizyona takıldı gözüm… O alt şerit:
“Türk sinemasının Küçük Hanımefendi’si Belgin Doruk vefat etti..”
Bir boşluk hissi duymuştum o an. Evet, hiç tanışmamıştım kendisiyle, karşılaşmamıştık bile. Sadece o filmler. Anneannem için vazgeçilmez bir kimlik oluşu örneğin. Muazzez Tahsin Berkand romanlarından çıkıp gelmiş o değerli hanımefendi.
Belgin Doruk’u Öztürk Serengil’in anılarında okumuştum ilk kez ve Bircan Usallı Sılan’dan, Ülkü Erakalın’dan dinlemiştim. Hayatına dair gizli şifrelere, Selim İleri’nin yazılarından çalışmıştım, yadsıyamam.
Ülkü Erakalın’a “Ben sadece iddiasız, aile filmlerinde rol aldım,” demiş tüm tevazusuyla. Ülkü Bey, hep onun asaletinden bahsederdi. Ve sonsuz alçak gönüllülüğünden.
26 Mart 1995. Demek neredeyse 29 sene geçmiş aradan. Ben hala “ Akdeniz Şarkısı”ndayım. Şimdi ne zaman Arnavutköy’ Akıntı Burnu’ndan geçsem….
Bircan Usallı Silan’ın sözlerini hatırlıyorum :
“Anılarımızda, çocukluk, gençlik düşlerimizde… Kiminin ilk aşkı halen, kiminin anne yerine koyup sevdiği kadın, kadınların ise vazgeçilmez idolü. O estetiğin dokunmadığı güzelliği, zarifliği, sıcacık enerjisi ve güçlü ‘aurası’yla sinemamızın en önemli oyuncularından. Bir dönemi tek başına sırtlayıp götürmüş, tek başına kraliçe olmuş bir sinema aşığı, emekçisi, işçisi ve benim için yeri asla doldurulamayacak bir dost, arkadaş.”
Ve belki de bütün mazimiz. O revnaklı hayallerin tek simgesi. Hayatımdaki üç yapraktan biri, Pamuk Prenses’in annesi.
Pınar Çekirge / Magazinname.com