Hatırlıyorum; 1984 yılının soğuğu içe işleyen, yağmurlu bir gün sonuydu. Elimde master tezimin ilk bulgularından derlediğim notlar, Duygu Asena’nın Gelişim Yayınları’ndaki odasına girivermiştim. Önce bir makalem hemen ardından benimle yaptığı uzun bir söyleşi yer almıştı ‘Kadınca’ dergisinde.Umursamadan yazma, duygularımı paylaşma cesaretini bana ilk verenlerdendi. Önemli bir kilometre taşıydı hayatımda ve şimdi, Duygu Asena’yı her zaman ‘aşk gibi ‘ sevdiğimi itiraf ediyorum. Bir idoldü o benim için ve hep öyle kaldı.
Gözlerimi ayıramıyordum bir türlü. O kadar güzeldi ki. Sesinin yumuşak tonu, bakışlarındaki o sıcaklık, içten sevgi yansıları… Gittikçe çözülüyordum karşısında. Off the record, neler konuşmuştuk.
Camlarda sırılsıklam bir yağmur vardı.
Seneler geçmiş üzerinden, içimde o gün filizlenen duyguya hiç ihanet etmedim, hep sevdim onu. Kendimce. Kimler geldi, kimler geçti elbette. Ama anılarımda, yüreğimde kalanlardan biriydi Duygu Asena. Tekrar ediyorum güzelliği, içtenliği, dostluğu büyülemişti beni. Evet, büyülemişti.
Sene 1999. Duygu ile yeniden karşı karşıyayız. Hiç değişmemiş. (Daha mı güzelleşmiş ne? ) Yine heyecanlıyım yanındayken. Üstelik bu kez soruları soran, onunla röportaj yapan benim. Ah, birde ellerim titremese, konuşurken.
– ‘Kadının Adı Yok’ ile panellere, doktora tezlerine konu oldun. Yunanca, Flemenkçe, İtalyanca, Almancaya çevrildi kitap. Beyaz perdeye aktarıldı. Hatta uygunsuz bile bulundu. Poşette satılmasına karşı çıkarak, mahkemeye başvurdun. Kitap yasaklandı. Raflardan çekildi. İki yıl tutuklu kaldı, hiç satılmadı. Resmen süre kavı uygulanmıştı sana, hatırlıyorum. Dili edebi mi, değil mi tartışmaları bile yaratıldı yok yere. Radikal feminist, antifeminist ve sosyalistlerden özellikle de kadın yazarlardan tepki almıştın. Yetmezmiş gibi (!) , dergi genel yayın yönetmeni ve gazeteci-yazar Duygu Asena olarak bir de ‘artiz’ oldun. İki filmde rol aldın. Dahası, KADINCA, NOKTA, NEGATİF, RADİKAL-3’de kapak oldun. Dediğim gibi öncüydün. Kural değişmezdi ki :‘Öncüler her zaman kurban verir, tabular dokunulmazdır.’
– Sıra dışı yapılan her şey de bedel ödetiliyor Pınar. Ama ben ödemedim. İnan yerimde bir başkası olsaydı, bırakıp giderdi. Lanet olsun derdi. Direndim. Mücadele ettim. Sürekli dedikodular üretildi. Kesinlikle erkek düşmanı olmadığım halde, erkek düşmanı olduğum yazıldı, çizildi. Yakıştırmalar yapıldı. Cinsel tercihim bile sorgulandı bu arada.
– Peki hiç mi yıpranmadın bu süreçte?
– Hayır, sadece şaşırdım. Ne edebiyatçı, ne de feminist bir kimlikle çıkmamıştım ki… Söylenecek sözlerim vardı. Hepsi bu! ‘ Kadının Adı Yok’ cesur ve cüretkar bir kitap olarak nitelendirildi ve söylediğin gibi hak etmediğim, olumsuz, inanılmaz tepkiler geldi. Okurun ilgisi, kitabın çok satması dışında bir aydın meslektaş kesimi vardı akıl almaz, şaşırtıcı, üzücü diyebileceğim şeyler yaptılar. ‘Onunla aynı panele katılmam,’ diyenler bile oldu. Ama sonra vazgeçtiler bu kararlarından’ Beni bulaştırmayın sakın, diyenlerle de zaman içinde dost olduk. Yayıncıma göre bunca tepkinin, tavır alışın kaynağı sadece kıskançlıktı. Belki de ‘Neden bu basit gibi görünen gerçekleri, hisleri akıl edip de yazamadım,’ diye kendilerine kızmışlardı. Anlayacağın, sansasyonel (!) sayılan bir kitap yazmıştım. O kadar… Ama sonrası da geldi. Makalelerim, kitaplarım gelip geçici olmadığımı kanıtladı. Dediklerim doğruydu. İstikrarlıydı çünkü.
– ‘Gerektiğinde kapasite ve yeteneklerimi zorlarım. Yapabileceklerimi önceden sezinlerim. Zevk alacağım şeyleri yapmaktan hiç çekinmem. Yılmadan, denerim. Olmazsa kaybedeceğim bir şey yok. O kapıyı kaparım. Ama bir de tutarsa,’ demiştin. Kendini bir dış göz olarak değerlendirdiğinde bunca başarının sırrı ne?
– Başarısızlıktan korkmamak. Yaptığım işlerde ille başarılı olmalıyım, diye bir kaygım hiç olmadı. Başarırsam sevinirim, aksi durumda da karalar bağlayıp köşeme çekilmem. Bu bitti, yenisine başlayayım diye, düşünürüm. Hayır, cesur değilim ben. Denemekten korkmam sadece. Biz başarısızlıktan niçin korkuyoruz, insanların tepkileri yüzünden. Öyle değil mi? Şimdi kimseler yokken ipte yürümeye kalksan ve beceremeyip düşsen n’olur, hiç ama bunu insanların önünde yapsan ya başaramazsam, mahcup olursam diye kaygılara, yersiz korkulara kapılırsın değil mi?
Bak film de çevirdim. Yapacağıma inanıyordum çünkü. Küçükken aktris olmak istemiştim çok ama babam karşı çıkmıştı. İçimde kalmıştı bu istek. Günün birinde bir fırsat çıktı önüme. Tamam kabul ediyorum, deneyeceğim, sinemayı tanıyacağım dedim ki… En yapmamam gereken bir zamandı. Ünlenmiştim, gündemdeydim. Gözler üzerimdeydi. Hiç unutmam, bir filmin tanıtım kokteylinde bir hanım yanıma yaklaşıp alaylı bir tonlamayla ‘Artık şarkıcı da olursunuz,’ demişti. Büyük bir içtenlikle, ‘Eveeeettt’ dediğimi hatırlıyorum. “Çok istiyorum ama çalışmam lazım.”
Nitekim “Umut Yarına Kaldı” başarılı olmadı pek ama çizdiğim kompozisyonda başarılıydım. Kesinlikle inanıyorum buna.
– Ya tiyatro… Deneyecek misin?
– Ah, nasıl istiyorum fakat biliyorsun provalar, turneler, her gece oyun, zaman bulamadım.
– “Aşk bir oyundur” demiştin kitabında. ‘Doğal oldukça kaybettiğin bir oyun.’ Aşk gerçekten açıklığı kaldırmıyor mu, sevdiğini söylediğin an mı başlıyor ilk kopuş… Oyunun kuralları ille maskelerin ardına sığınmak, hiç dürüst olmamak mı ?
– Ne yazık ki, evet. Bunu keşfettiğimde, inan çok üzülmüştüm. Doğallığa önem veren bir insanım. En belirgin özelliğin nedir diye sorsan, doğallımdır derim. Aşkı da öyle yaşamak istedim. Sevdiğini söylediğinde, içten davrandığında karşındaki istisnasız geri çekiyor kendini. Doğallık, dürüstlük, aşk işin içine girince prim yapmıyor.
– Yitirme noktası oluyor yani..
– Kesinlikle.Gönül kaçanı kovalar derler ya..
– Aslında aşk yok mu ?
– Bir şey var. Farklı hisler, farklı coşkular gibi ama o kadar işte. İlişkinin farklı bir boyutu diyelim buna. Fazla da anlam yüklememek lazım sanki. Çünkü bitiyor, nasıl desem aşk molekülleri eskiyor zamanla. Özlem yitirildiğinde bitiyor belki de. Sonsuz değil ki aşk. Sevgiye, saygıya dönüşüyor zamanla. Hepsi bu !
– Acı çektirenin peşinde oluyoruz kimi kez. Bu apayrı dediğimiz birliktelik bir öncekinin aynısı oluveriyor. Otobiyografik dediğim tekrarlara yöneliyoruz ister istemez. Tercihlerimiz bilinçli mi bu bağlamda?
– Aşk diye tanımladığımız duygu aynı, değişen sadece insanlar. Hayat bir oyun aslında, bir tiyatro. Eğer o dönemin perdesini kapadığında alkış aldıysan mutlusun demektir. İş hayatı, aşk, sevgi, arkadaşlık, ilişkileri içinde geçerli bu dediğim. Ağlamadan, kahrolmadan bitirelim. Hızlı, heyecanlı, coşkulu sahnelerimiz olsun ama bir trajediye döndürmeden selamımızı verip gidelim… Gidebilelim… Ve yeni bir oyuna başlayalım. Acı vereceğini hissettiğim bir insanla karşılaştığımda uzaklaşıyorum hemen, çünkü kendimi seviyorum, değer veriyorum… Kimsenin beni üzmesine, kırmasına iznim yok.
– Anja Meulenbelt vardığı noktada şöyle der : “Erkekler hiçbir işe yaramaz. Ya da kadınların duyargaları böylelerine açıktır. Ödün verdiği, bağlandığı, destek çıktığı için kadın onları bu hale getirir sonunda.”
– Kadının fazlasıyla ödün verdiği bir gerçek. Erkeği çok önemsiyor. Belki de salt güvensizlik duygularından kaynaklanıyor bu davranışı ve yalnızlık korkusundan.
– İkili ilişkilerde kimi kez enkazlar kalıyor geriye, duygusal cinayetler işleniyor… Hep erkekler mi suçlu?
– Dikkat et Pınar, şu ana kadar erkekleri hiç suçlamadım ben. Yerine göre kadının erkeğe benzemesini dahi öneriyorum.
– Nasıl yani?
– İkili ilişkilerde erkek çok daha mantıklı ve doğru davranabiliyor çünkü. Diyelim kavga ettiler, kapılar vurulup çıkıldı. Kadın dünyasına çekiliyor hemen, ağlıyor, kendini harap ediyor ve telefon bekliyor. Erkeğe gelince o da çok üzgün, gergin acı çekiyor hatta yine de hayatından, programlarından ödün vermiyor. Yani işine gidiyor, maçını izliyor ve sonunda ahizeye uzanıyor. Erkeğin tepkileri bu nedenle sağlıklı oluyor, bana göre. Kadın daha yumuşak, duygusal, fizyolojik açıdan da böyle bu. Kadın ve erkek arasında mutlak fark söz konusu. Hep bir uyumdan bahsedilir. Hayır, böyle bir uyum yok. Olamaz da. İki zıt yaratık çünkü kadın ve erkek. Mars – Venüs hikayesi gibi, önemli olan ortak bir noktada buluşuyor olmak. Buluşabilmek.
– Feminizme karşı çıkıyorlar hala. Feminizmi ille erkek düşmanlığı, lezbiyenlikle eşleştirenler var. Üstelik kimi kadınların feminizmi inkarı akıllara seza… 1978’den bugüne sürekli bunun böyle olmadığını, feminizmin kadın haklarını savunan, kadın – erkek eşitliğini isteyen bir düşünce akımı olduğunu savunuyorsun. Feminizm seninle, yazılarınla Türkiye gündemine geldi. Ama feminizm tam anlaşılamadı. Niçin ?
– Bunun tek sorumlusu maço basındır. Hep böyle bir imaj verildi. Yani feminist kadın çirkindir, erkek düşmanıdır ve de sonunda kaçınılmaz olarak eşcinseldir. Bu mantık silsilesi içinde ‘erkek düşmanlığı’ söylemi hep körüklendi.
Hatırlıyorum; Kirli mavi bir gece yirmi dörde doğru yürüyor ağır aksak. Yanaklarım yağmur ıslağı, daha bu sabah Vatan gazetesinin önünde onu sarı güllerle kaplı bir tabutta görmek.
Bardağımda bırakılmış bir gül. Varılacak hiçbir yer kalmamış sanki.
Renkler solmuş.
Sevgi kadar hüzün, gece yarısı kadar yalnızlık, susmak kadar yalnızlık. O kadar uzun ki yalnızlığın tülleri, sımsıkı sarmalanmışım. Yeni bir düş beklemiyorum. Yeni bir öykü, kim bilir ?
Teybin düğmesine dokunuyorum. Avuçlarımda cam kırıkları.
İlk gençliğimin buğusunda okuruydum Duygu’nun, son gençliğimde onun gibi yazmaya çalıştım, orta yaşında yine o var. Duygu hep idolümdü…