Önce bir itirafla başlayayım: ben hayatımda daha önce hiç müzikal filmi izlememiş olup bu türe bir hayli ön yargılıydım. İki sanatı da ayrı ayrı çok sevsem de bir araya bir türlü gelmiyordu benim için. Bu cümleleri alıp çöpe atan film ise Netflix’in son işlerinden, Jonathan Larson’ın aynı adlı müzikalinden uyarlanan fakat bir müzikal uyarlamasından çok daha fazlası olan, Lin-Manuel Miranda tarafından yönetilen 2021 Amerikan biyografik müzikal drama ”tick tick boom!” oldu. Önce rahmetli Jonathan abimiz ve filmin konusu hakkında bilgi verdikten sonra incelemeye geçelim.
Jonathan David Larson, çalışmalarında çok kültürlülük, bağımlılık ve homofobinin sosyal sorunlarını keşfetmesiyle tanınan Amerikalı bir besteci ve oyun yazarıydı. Jon, 1990 yılında New York’taki bir restoranda garsonluk yaparken bir yandan da sıradaki muhteşem Amerikan müzikali olmasını umduğu eserini yazmaktadır. Genç besteci, kariyerini belirleyecek bir performansta çalışmasını sergilemesine günler kala dört bir yandan baskı altındadır. Kız arkadaşı Susan, New York’un ötesinde bir sanat hayatı hayal ederken arkadaşı Michael, yaşamını maddi açıdan güvence altına almak için hayallerinden vazgeçmiştir. Bir parçası olduğu sanat topluluğu ise AIDS salgını yüzünden perişan olmuştur. Zaman ilerlemektedir ve Jon bir yol ayrımında, herkesin yanıtlaması gereken bir soruyla karşı karşıyadır: Sahip olduğumuz zamanla ne yapmalıyız?
Ben kesinlikle eminim ki bu filmin değindiği noktalar her bir Türk gencinin geceleri uykularını kaçıran unsurlarla birebir aynı. Bize verilmiş bir zaman var fakat aynı zamanda baş gösteren; akademik hayat, maddiyata bağlı gelecek kaygısı, ailevi problemler, çevremizle kurmakta zorlandığımız ikili ilişkiler veya ekonomik sıkıntılar nerdeyse tüm zamanımızı çalmakta olup hayata karşı saygınlığımızı ve güvenimizi de yitirmemize sebep olmaktadır. Tüm saydıklarımdan arta kalan kısıtlı zamanımızı bu sorunları çözmeye mi, içsel dengemizi korumak adına kendimize mi yoksa yapmak isteyeceğimiz şeylere mi ayıracağız? Ya insan bazen sadece yatıp zamanını öldürmek ister, neden bu bile bize lüks oluyor? A bir de tıpkı Jon’un yaptığı gibi yaşayabilmek için ihtiyacımız olan parayı istemeyip sevmediğimiz işlerde çalışarak kazanıyor bir çoğumuz. Bir yandan okurken bir yandan çalışmak gerçekten hayatımda yaptığım en zor işlerden biriydi benim için de.
Filmde Jonathan’ın içine girmiş olduğu karmaşa ve zamansızlık çok güzel anlatılmış. Hem ortada bir senaryo dolayısıyla akış var yani siz bununla ilgili gerçek bir hikaye izliyorsunuz hem de bu hikayeye yönelik musiki şovuyla kulağınızın pası silinirken hikayeye bir adım daha yakınlaşıyorsunuz. Anlatılmak isteneni hem müzik hem de sinema ile anlatmayı eksiksiz başarmak filmin en güzel yanı kuşkusuz. Ayrıca Jon’un ciddi bir sorunu daha var ki o da çok kısa bir süre sonra yirmili yaşlarını geride bırakıp otuzuna basacak olması. Bu yüzden de filmde hep bir kendini müzik alanındaki diğer insanlarla şu otuz yaşına gelmeden şunu yaptı, bu daha yirmi beş yaşındayken bunu yaptı kıyaslaması var. Yaş sadece bir sayı olsa da ben de yirmi yaşına girerken aynı şeyi hissetmiştim. LAN o baştaki bir rakamına alışmıştım ben, şimdi bu ikiyle napacağım?
Jonathan’ın filmle aynı adlı müzikalinden alınan şarkılar tek kelimeyle muazzam. Her birinin aslına sadık kalınarak hem seste hem de müzikte ustaca bir iş çıkarılmış. Bu satırları yazarken dahi dinlediğim müzikler ise filmde tam yerinde kullanılmasının yanında sahneler bir hayli eğlenceli ve görsel açıdan da doyurucu (burda bir parantez vermem gerekirse, bu film yönetmenimizin ilk uzun metraj denemesi olsa da hiç sırıtmayarak geçer notu bizden aldı). ”Aslına sadık kalınarak” cümlemin altını çizmek istiyorum zira Jon ve ona hayat veren Andrew abimizin müzikaldeki bir parçayı söylemeleri aynı videoya konulmuş ve karşılaştırma yapmanın neredeyse imkansız olup sesler aynı zamanda jest ve enstrümanı çalma hareketleri bire bir benzerlikte olduğu görülmüştür(Videoyu açıklamaya koyacağım).
Son olarak Andrew Garfield’a değinmek istiyorum çünkü filmi birkaç kademe üste kendi elleriyle tek başına taşımış. Bu nasıl bir oyunculuk, bu nasıl bir karakterle kendini özleştirme ve bu nasıl bir hikayeye kendini vermektir be adam. Jonathan Larson’a sadece tip olarak benzemekle kalmayıp onu bire bir yaşatmış Andrew(sallamıyorum bunu Jon’un Youtube’daki eski videolarını izleyerek görebilirsiniz). Filmdeki rolüyle Oscar’a kesin olarak göz kırpan Andrew abimin bu filmini size şiddetle öneriyor ve metni burada sonlandırıyorum. Okuduğunuz için çok teşekkür ederim, hoşça kalın!