Magazinname.com yazarlarından sinema eleştirmeni Can Turbay sizler için Hustle filmini inceledi.
Günümüzde kitaplardan televizyon programlarına, podcastlerden YouTube videolarına ve son olarak reelslere kadar düştü bu ”sıkı çalışma, kendini geliştirme ve imkansıza yakın denilen hikayeleri ilk seferde başarıyla tarihe yazma” olayları ve tabii ki kişisel gelişim denilen kapital sistemin son silahı. Özellikle spor alanında bu tür hikayelere çok rastlarız ki bu çok doğaldır zira spor denilen şeyin kimyasında imkansıza yakın işleri çalışarak başarmak vardır. Hustle da tam olarak bu hikayeye dayanıyor.
Bir tarafta henüz genç olmasına rağmen çalışıp bakması gereken bir aileye sahip olan, uzun boylu ve basketbol adına saf yeteneği bulunmasına rağmen henüz kimse tarafından keşfedilememiş İspanyol bir genç. Diğer tarafta ise bir trafik kazası nedeniyle çok sevdiği ve iyi olduğu basketbolu bırakmak zorunda olup saha içinden çıkan fakat saha dışından hala basketbola tutunmaya çalışan bir yetenek avcısı var. İşte bu iki adamın yolları tesadüf eseri kesişiyor. Zar zor geçinen ve hiçbir zaman iyi standartlarda yaşama sahip olamayacak genç basketbolcumuz ile antrenörlüğe uzanan yolu koştuğunu ve artık hazır olduğunu düşünmesine rağmen halen bulunduğu takımda bu göreve getirilmeyen yetenek avcımızın ortak noktasını ikisinin de başarabileceği çok fazla şey olmasına rağmen onlara bunun imkanın verilmemesi olarak görebiliriz. Bu unsur hikayenin de temelini oluşturuyor.
Yetenek avcımız oyuncunun içindeki potansiyeli ortaya çıkartacak, genç yeteneğimiz de bu fırsatı kullanıp yetenek avcımıza antrenörlüğün kapısını aralayacak. Buradan sonra da macera başlıyor. Fakat bu macera beklentinizi karşılıyor yani size diğer izlediğiniz başarı hikayelerinden çok farklı dinamikler sunup alışılmışın dışında bir hikaye anlatıyor mu? Hayır! Bu tür filmlerde görmeye oldukça alışmış olduğumuz tüm klişeleri teker teker izliyoruz filmde. Genç yeteneğin uyum süreci, koçuyla arasındaki ilişki (yalanlar sonucu aralarında oluşan problemler, derinden gelen bir sevgi ve saygı bağı vb.), maddi sıkıntılar veya genç dostumuzun psikolojik baskıyı kaldıramaması sorunsalı gibi… Filmi izlerken ortasına geldiğimi fark ettim ve içimden ”acaba bir klişe olarak oyuncunun bir sürü antrenman yapıp her birinden meyvesini aldığı fondaki gaza getiren müzik eşliğinde seri görüntüler olacak mı?” dedim ve cevabımı sorumdan tam otuz saniye sonra almış bulundum.
Buradaki asıl sıkıntı klişelerin kullanılması değil, bana göre asıl sıkıntı verilmesi düşünülen tüm o hırslı ve motive eden duyguların bana geçmemesi oldu. Yani evet izliyorum fakat hiçbir kahramanla ne bir bağ kurabiliyorum ne de onların yaşadığı sıkıntılar karşısında kötü/gergin hissediyorum. Bunun sebebi biraz senaryodan biraz da oyunculuklardan kaynaklanmış. Adam Sandler her zamanki gibi çok iyi olsa da diğer oyuncuların neredeyse hepsi sırıtıyor. A ama bu film özelinde örnek olarak genç yeteneğimiz gerçekten NBA’de bir basketbolcu. Zaten filmin sonunda göreceksiniz ki çoğu basketbolcu kendisini oynamış filmde. Ayrıca bir sürü de basketbolcu cameo’su var. Benim bunların hiçbirini bilmemem veya bunların benim film zevkime ekstra bir şey katmamaları tamamıyla NBA’ye ilgimin olmamasından kaynaklanıyor. Yani sözün özü NBA’in sıkı bir takipçisiyseniz bu hareketler sizi oldukça memnun edecektir. Zaten NBA severler için filmin tadı daha farklı olacak olsa da diğer seyirciler için film ne kadar tatlı olur, bilemiyorum.
Son olarak filmin yapım kısmına değinmek istiyorum zira yönetmenin ortaya koyduğu işi oldukça beğendim. Biliyorsunuz ki basketbol bir dinamizm oyunudur, yavaşlığa asla gelemez. Bence bu sebeple yönetmen, kamera açılarını ve hareketlerini oldukça dinamik seçmiş. Bununla birlikte bize sahada oynanan oyunun ve yapılan antrenmanların hareketliliğini, gerginliğini ve konsantrasyonunu aynen yansıtarak olayı sadece bir basketbol maçı izlettirmekten öteye geçirmiş.