İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin Günümüzdeki Temsilcisinden Trajikomik Bir Hikaye: Dogman İnceleme
Selam size, film izleme eylemini lütuf sayan ve bu yüzden her gün Allah’a şükreden sinemaseverler. İtalyan yeni gerçekliği; 2. Dünya Savaşı sonrası, 1930’lu ve 1940’lı Mussolini Dönemi’nin pembe salon filmlerine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür filmler savaş sonrasının ekonomik kargaşa ve belirsizlik ortamında ortaya çıkmış olan yoksulluk, işsizlik, umutsuzluk ve ahlaki çöküş işlerler. Ayrıca salon filmlerinin aksine hayal kırıklığına uğramış insanların gündelik sorunlarına eğilirler. Dogman’de ne eksik ne fazla anlattıklarımı barındıran harika bir film. Kabaca sinopsisinden bahsettikten sonra incelememize geçelim.
Kahramanımız Marcello, İtalya’nın güney kesiminde vahşi batı izlenimi veren bir kıyı kasabasında köpek bakıcılığı yapmaktadır. Dükkanının çevresindeki diğer esnaflar tarafından sevilen, silik ama iyi yürekli bu adamın tek derdi günü geçirebilmek ve en değerli varlığı kızıyla keyifli zaman geçirebilmektir. Kendi hayatı ve hayalleri gibi derme çatma ve küçük bir dükkana sahip olan Marcello nerdeyse gününün tamamını burada geçirir ve burada yatıp kalkar. Hayatındaki tek aksiyon, muhtemelen daha çok paraya ihtiyacı olduğu için yaptığı el altından yürüttüğü uyuşturucu işidir. Hayatındaki bu aksiyonun yanında bir de bela vardır ki bu bela aslında tüm kasabanın belasıdır. Bu bela, Simone adında insan yarması bir suç makinesidir. Adam dövme, hırsızlık ve nice suçları bünyesinde barındırdığı için herkes ondan korkar ve bu korku da saygıyı beraberinde getirir. Marcello’nun ise bu adamla ilişkisi (en azından kendi gözünde) farklıdır. Çocukluktan beri birbirlerini tanıdıkları ve arkadaş olabileceklerini düşündüğü için Marcello, Simone’ın yanından ayrılmaz ve olaylar şekillenir.
Sinopsis kısmını biraz uzun tuttum çünkü Alfred Hitcock’un bir film yapmak için üç şeye ihtiyacınız var dediği bu üç unsur da filmde fazlasıyla mevcut: SENARYO, SENARYO VE SENARYO. Öncelikle bu filmin gerçek bir hikayeden uyarlama olduğunu söyleyeyim. Yönetmen o kadar güzel anlatmış ki hikayeyi ben filmden sonra yaptığım araştırmada hikayenin gerçek olduğunu öğrenmeme rağmen bir gram bile şaşırmadım. Günümüz İtalya’sı anlatılsa da eminim ki bu kesinlikle uluslararası bir konu. Hem hikaye hem de karakterler ve içinde bulundukları sistem size bir hayli tanıdık gelecek. Bu sözlerime yönetmenin Cannes’de verdiği bir röportajın kesitini eklemek istiyorum: “Film bir intikam öyküsü veya iyi veya kötünün savaşı değil. Günlük hayatımızda hayatta kalmak için yapmak zorunda olduğumuz tercihlerden bahsetmek istedim. Marcello’nun kötü kaderi masumiyetini yitirmesine yol açıyor. Ahlak dersi vermek gibi bir iddiam yok. Dogman evrensel bir konuyu işliyor. ” Ayrıca filmin ana kahramanını da şu sözlerle tarif ediyor: “Antik yüz hatları, tatlı tebessümüyle Marcello bana kaybolmakta olan İtalya’yı hatırlatıyor.”
Yönetmenin de dediği gibi Dogman, masum ve iyi karakterli bir adamın önüne koyulduğu yolu yürüdüğü için benliğini ve belki de aklını kaybetmesini bunun yanında da ahlaki tüm değerleri sorgulamasını anlatıyor. İyi ve kötü kavramlarını, bu iki kavramın artık iç içe geçmiş olduğunu ve hassas bir kalbin var olma yani yer edinme çabasını işliyor. Kaliteli bir alt metine sahip filmin kurgusu da sinematogrofisi de İ N A N I L M A Z! Filmin çekimleri terk edilmiş bir kıyı tesisinde gerçekleştirilmiş. Bundan daha doğru bir seçim olamazdı herhalde. Bunun haricinde renk paletleri; soluk, kaba ve iç karartıcı yani hepsi her sahneye uygun kullanılmış. Marcello yalnızlaştıkça aynı zamanda karakteri karanlığa doğru gömüldükçe kadrajlar genişliyor ve gerçekte terk edilmiş kasabanın aslında Marcello’nun ruhunun geldiği noktayı yansıttığını görüyoruz.
Filmin senaristi de olan yönetmenimiz çoğu yönetmenin aksine tüm film boyunca kamerayı kendi kullanmış. Kendisi sahneye göre ya geniş açı ya da dar yakın plan çekim yapıyor. Gerçekten hepsinin kusursuz olduğunu söylemeliyim. Ben filmin yarattığı dünyaya, sahne çekimleri sayesinde çok hızlı bir giriş yapmakla birlikte yaklaşık 100 dakika boyunca hiç sıkılmadan izledim. Fonda kullanılan müzikler sayesinde de hep belirli bir tempoda ilerleyen film; sizi gerginlik, korku, nefret ve endişe gibi farklı farklı duygulara sokuyor. Geçen filmde sizlere açılış sekansını başlarda çok da önemsemediğimi ama bir video ile tüm fikrimin değiştiğini ve açılış sekansının hem seyirciler hem de yönetmen için ne kadar önemli olduğundan bahsetmiştim. Bu filmin de çok ustaca bir açılış sekansı var ki bize tüm filmi özetliyor sanki. İlk sahnede Marcello’nun hırçın ve kocaman bir köpeği yıkama çabasını görüyoruz. Naif de davransa sert de davransa köpekle bir türlü başa çıkamamasının sembolik anlatımı tüm filme yansımış.
Son olarak, Marcello’ya hayat veren ve Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanan Marcello Fonte’ye değinmeden geçemeyeceğim. Kusursuz bir performansın beni bu kadar etkileyip şaşırtması sonucu hakkında yaptığım araştırmada aslında kendisinin hiç oyunculuk eğitimi almadığını gördüm. Hadi bu bir yana, daha önce ciddi manada kayda değer bir filmde oynamamış olmasına uzun süre inanamadım. Kendisi filmden önce kalburüstü bir tiyatroda oyunculuk yapıyormuş. Filmden sonra ayağına kadar gelen şan ve şöhreti tokatlayıp geri yollayarak o tiyatroda çalışmaya devam ettiğini öğrendim. Ya adam, sen nesin böyle? Sana cennetten çiçek mi topluyorum editini yapmamak için kendimi zor tutuyorum valla.
Bir karakter gelişiminden birçok toplumsal olaya da ışık tutan bu filmin ben olumsuz bir yanını henüz fark etmiş değilim. Şiddetle tavsiye ediyorum hepinize. Ayrıca bu tarz yazıları (ve sinema ile ilgili birçok içeri daha) video haline dönüştürdüğüm bir YouTube kanalım var, dilerseniz oraya da bakabilirsiniz. Linkini aşağıya bırakıyorum.
https://youtube.com/channel/UCwZIkqY_9h71e0sIxAVdLEQ
Can Turbay / Magazinname.com